Avni Doshi, ‘Yanık Şeker’i anlattı: Anne, sonsuza dek çarpışman gereken bir mabettir
Deniz Erkaradağ
Avni Doshi’nin Booker ödülü finalisti ‘Yanık Şeker’ romanı April Yayıncılık tarafından yayımlandı. Romanın yayınlandığı günden bugüne çeviri hakları 26 dile satıldı, tüm dillerde büyük ilgi gördü ve beyaz perdeye uyarlanıyor.
Anne-kız ilişkisi üzerinden çarpıcı bir sorgulamaya girişen yazarla ‘Yanık Şeker’in Türkçede yayınlanması vesilesiyle konuştuk
‘BAŞKALARI BENİM YAZDIKLARIM HAKKINDA DAHA AKILLI’
Kitabın ana teması olan hafıza kaybı ve ilişkilerin karmaşıklığı bu hikayeyi yazmanıza ne kadar etki etti?
Bu temalar yazmaya başlamadan önce aklımda yoktu, süreç içinde geliştiler. Yazı yazma süreci bu açıdan büyülüdür. Yıllar önce bir gün, büyükannemin evinde balkondan dışarı bakarken gördüğüm bir sahne sonrasında bu hikayeyi yazma kararını verdim. Balkonda korkuluk yoktu, yalnızca cam vardı, cam da kusurluydu, lekeliydi. Görüşümü ikiye böldü ve o an bir yüz gördüm, bir ya da iki kadının yüzüydü, başta emin olamadım. Ama yüzleri unutmadım ve çok geçmeden de birbirleriyle konuşmaya başladılar. Akrabalardı, biliyordum. Anne kız olmalı. Ama hangisi anne, hangisi kızdı emin değildim. İkisi de epey kırılgan olsa da kendilerine yetebiliyorlardı. İkisi de korkuyordu ve ikisinin de kaybedecek çok şeyi vardı. Bu kadınlar aklımdan çıkmadı, işte böyle başladım yazmaya.
Temaları keşfim sonradan oldu. Hatta onları bulabilmem için kazımam gerekti. Romandaki tüm bu temaların ve bunların nasıl tekrar tekrar farklı kılıklarda ortaya çıktığının hâlâ da farkında olduğumu sanmıyorum. Bazen bir okur bana bir şeyi gösterdiğinde şaşırıyorum. Bugün kitabım hakkında söylediklerimin ya da üzerine düşünmelerimin çoğunu okuyuculardan (ç)almışımdır. Başkaları benim yazdıklarım hakkında daha akıllı.
Sanırım romanın temaları olan hafıza ve anne kız ilişkisi, romandaki karakterlerin sorunsallarıdır. Bu temaları karakterler belirler. Karakterler olayları, atmosferi ve duyguları belirler. İnsanlar davranışlara, düşünce kalıplarına, hatalara ve değişikliklere eğilimlidir; belki de tema fikri akıllara buradan geliyor. İnsanların belirli şeyleri yaptığını görüyor ve buna tema diyoruz.
Ana karakteriniz Tara’yı yaratırken karakteri nasıl geliştirdiniz. Hangi kaynaklar size ilham verdi?
Tara’da bir bakıma annelik üzerine fantezilerimden ilham aldım diyebilirim. Kendime bir dizi soru sordum. Ya şöyle olsaydı? Bir anne, anne olmak istemeseydi? Anne olmak istememesine rağmen çocuğuyla kalsaydı? Bunlar terk etmekten daha mı kötüdür? İhmalin aşamaları nelerdir? Aynı anda nasıl hem sevip hem de nefret edebilir?
Karakter gelişimi benim için bilinçli bir egzersiz değil. Karakterleri tanıyana dek, onlar ete kemiğe bürününceye değin onlarla beraber oturup onları yazmam gerekir. Bu onlar hakkında her şeyi bildiğim anlamına gelmez ama adeta rüyadaki suretler gibi onlar benim ruhumun içindedir. Kendi başlarına hareket ederler, tıpkı bir insan gibi tahmin edemeyeceğim şekilde hareket eder ve konuşurlar. Bazen havalarında değillerdir, bazen de ortaya çıkmazlar ya da yazarın itinayla inşa ettiği hikayeyi bozarlar. Ama bu iyi bir haberdir, bu kitap canlı demektir. Nefes alıyordur ve kontrol sizde değildir.
‘Yanık Şeker’ aile ilişkilerini, annelik kavramını ve toplumun beklentilerini ele alıyor. Bu konuları işlerken kendi deneyimleriniz sizi ne kadar etkiledi?
Annemin ailesi de Pune şehrinden. Kadınların çoğu da Osho aşramına mensuptu. Bu kadınlar saygın, orta üst sınıf, kendilerine çocuklarına adamış anneler, eşlerdi ve şık bir şekilde toplumun temel taşlarını oluştururlardı. Bunun haricinde, hikayenin kendisi, kendi hayatımdan belirli bir olay veya durumdan ziyade, hayal gücümden doğdu.
Alzhemier hastalığı ise romanda sonradan, bir sürü taslağın ardından yerini buldu. Büyükannem bu hastalığa yakalandı ve ben de bu konuda okumaya kendimi adadım. Bir çare bulabileceğimi ve semptomlarını geriye döndürebileceğimi hayal ettim. Bu yolculuk boyunca öğrendiğim bilgiler de metnin içinde kendine yer buldu ve nihayetinde romanın temelini oluşturdu.
‘EBEVEYN-ÇOCUK İLİŞKİLERİ KARMAŞIK VE ÇOK YÜZLÜ’
Kitap, anne-kız ilişkisinin karmaşıklığını derinlemesine inceliyor. Bu ilişkinin inceliklerini ele almak sizin için zorlayıcı mıydı?
Bazen ne demek istediğimi bilmek ya da sonuna kadar götürmek yerine bir fikrin olgunlaşmasına izin vermek zordu. Ebeveyn-çocuk ilişkileri derin, karmaşık ve çok yüzlüdür, özellikle de anne-kız ilişkisinde keşfedilmesi gereken bedensel bir gerçekliğin, fizikselliğin olduğunu gördüm. Ayna imgesi de tekrar tekrar ortaya çıktı çünkü anne Tara, kızının kendisini görmesi ve anlaması için uzaktaydı, aynı zamanda kafa karışıklığının, gizemin ve hatta karşı çıkılacak bir şeyin de nedeniydi. Bazen anneyi, çocuğun kendini bulmak için sonsuza dek çarpışması gereken, tanrısal, egemen, yüksek bir mabet gibi düşünmüşümdür.
Kitabın ismi ‘Yanık Şeker’, kitabın temalarını ve tonunu başarıyla yansıtıyor. Bu başlığı seçme sürecinizdeki düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
Kendi işlerime isim koymakta çok kötüyümdür, itiraf edeyim. Romanın önceden başka bir ismi vardı. İsim bulma konusunda bir dahi olan Birleşik Krallık, Penguin’deki editörüm Hermione Thompson başka seçenekleri de gözden geçirmemizi önerdi. Çok şaşkındım. Bir dizi etkisiz kitap ismi adayı önerirken, o ‘Yanık Şeker’ı önerdi. Çok sevindim, rahatladım. Bu isim hem gerilimi hem de acı-tatlı niteliği harika bir şekilde gösteriyor gibiydi.
Kitap, kişisel hafıza kaybını ve geçmişle yüzleşmeyi merkeze alıyor. Bu temayı işlerken, bu konudaki kişisel bakış açınızı ve araştırmalarınızı kitaba nasıl dahil ettiniz?
Hafıza konusunda yaptığım araştırmanın çoğu, önceki hayatımdan yani bir sanat yazarı ve küratör olarak çalıştığım zamandan geliyor. Genellikle devlet tarafından onaylanan ve finanse edilen anıtlar, kütüphaneler, müzeler ve politikaların bir sonucu olan kolektif hafızayı belirleyen ve hatta üreten olgular olarak arşivleri merak ediyordum. Ayrıca neyin dışarıda bırakıldığı, neyin kanon kapsamının ötesinde olduğu ve hangi bilgilerin neden bastırıldığı, bilinçsizce dışarıda bırakıldığı veya bilinçli olarak ortadan kaldırıldığı ile ilgileniyordum. Sanat dünyasındaki çalışmalarım genellikle daha kamusal nitelikteydi, doğrudan veya dolaylı olarak siyasi ve sosyal durumlarla ilgileniyordu – ve kurguda aynı fikirlerin karakterlerin kendisinde de ortaya çıkmaya başladığını gördüm.
Özel ve politik ayrımını hiç anlamadım. Kamuya açık yaşananların aksine ailelerin hikayeleri, yakınlar arasındaki hikayeler, bir kişinin varoluşunun gerçek politikasını anlamanın en açık yoludur.
‘KİTABIN ÇIKTIĞI YOLCULUĞA İNANAMIYORUM’
Okuyucularınıza kitabınızla ilgili bir mesaj vermek isteseydiniz, bu mesaj ne olurdu?
Romana ve karakterlerine zaman ayırdıkları için minnettarlığımı ifade etmek isterdim. Romanın benim olduğu kadar onların da olduğunu ve okuma deneyimlerinin, romana kattıkları hayat gibi benzersiz olacağını düşünüyorum.
Bu kitabın çıktığı yolculuğa inanamıyorum. Bir fikir olarak başladı, çok küçük görünen, dikkat etmeye değmeyecek bir fikirdi neredeyse. Şımarıklık, bir hayal. Edebiyat ya da yaratıcı yazarlık geçmişim yok, böyle bir eğitim almadım – sadece okumayı sevdiğimi, kelimelere kaçmayı ve kafamın içinde yaşamayı sevdiğimi, içimdeki dünyanın her zaman dış dünyadan daha gerçek olduğunu biliyordum. Kitapla bağ kuranlara, onunla mücadele edenlere minnettarım- hatta kitaba kızdıklarında bile mutlu oluyorum.